Hepimizin içinde bir Bay Samir varmış
“Yeryüzü çoktandır bütünüyle bir deliler evi olmuştur… İçinde yaşamak istemediğimiz bir ikiyüzlülük ve sinir dünyası yarattılar.” der Amerikan filozof, sosyolog Herbert Marcuse (Özgürlük Üzerine Bir Deneme, Ayrıntı Yayınları, Soner Soysal çevirisi) ve ekler: “İyi niyetli birçok insanın kafasını kurcalayan sorunun, ‘Özgür bir toplumda insanlar ne yapacaklar?’ sorusunun bir yanıtı vardır. Bu soruya, bence, meselenin tam kalbine isabet eden yanıt, zenci bir kız tarafından verildi. Şöyle söyledi: Hayatımızda ilk kez, ne yapacağımız hakkında düşünmek için özgür olacağız.”
Kafamızın içini kurcalayan soru(n)larla teşrik-i mesaimiz fanilik yaşımız kadar ‘yaşlı’ olduğuna, bugünlük payımızı / hakkımızı izninizle ortaya sarkıtıyorum, artık kime kısmet olursa! Dert ile derman her daim karşılıklı hasbihal eder’e inananlardan biri olarak Sisifos’a selamlarımı iletip, geliyorum fanilik ahvalimdeki meramıma…
“Asil bir yaşam mücadele ile geçer. Rezil bir yaşam ise daha çok mücadele ile geçer.” böyle diyor hayatla mücadele etmekten yorulmuş ve bir iş çıkışı her akşam yürüdüğü yolun yabancılaştığını fark eden “Bay Samir”… 2023 yılında merhabasını veren Kozmopolitan Tiyatro’nun ilk oyunu (ve kolektif rotada da yönettiği) “Bay Samir”i yazan Kadıköy Boa’nın “Kısalar – 3 Oyun Birden”den hatırlayacağımız Alper Kulbaloğlu… Daha çok yapımcılık mesaisinden bildiğimiz, fakat “Dogville”da, 2019 / Direklerarası Tiyatro Ödülleri’nde “Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülü olmak üzere, “Dünya Saat Mekân” ve “Hamlet” gibi oyunlardaki oyunculuğuyla tanış olduğumuz Gökhan Gürün ve “Yollu”, “Korku”, “Mask’ot” gibi oyunlardaki performansından aşina olduğumuz Kerim Urun’un rol aldığı, 60 dakika, tek perdelik “Bay Samir”i: 26 Nisan, saat 20.30 ve 4 Mayıs, saat 19.30’da Bahçe Galata’da; 14 Mayıs, saat 20.30’da Ara Sahne’de; 26 Mayıs, saat 16.00’da, Baba Sahne’de dikize yatabilirsiniz.
Lodoslu bir akşam, “Bay Samir”in Taksim ile Şişli arasındaki spiritüel yolculuğunun bi’tanığı olmak için ajandaya notlar alındıysa; o vakit, Kozmopolitan ekibiyle yaptığımız röportaja sözü bırakmak isterim. Ama öncesinde, country ve folk müziğin efsanevi besteci, yorumcularından Johnny Cash’in, 30 yıl önce yaptığı ve hiçbir zaman yayımlanmamış kayıtlarının, bu yaz (28 Haziran’da) albüm olarak piyasaya çıkacağının haberinin verdiği bahtiyarlığı sizlerle paylaşayım: Songwriter isimli “kayıp” Johnny Cash albümünden ilk parça dinlemeye açılmış bile… Sanki şimdi “Bay Samir”in bize düşen suretinde fon eşlikçisi olarak Cash üstadın “God’s Gonna Cut You Down” şarkısı iyi gider gibi; “You can run on for a long time / Run on for a long time…”
“O boşluğun hikâyesini tarif etmeye çalıştık”
İrlandalı yazar ve filozof Iris Murdoch “İnsanlara kavrayışın yollarını gösteren Zeus şu değiştirilemez kuralı koymuştur: İnsan sadece acı çekerek öğrenecektir. Nasıl uykudayken acı hatıralarla beraber hüzünlü bir şifa insanın kalbine damla damla akıyorsa, bilgelik de bize aynen böyle ve rızamız olmadan gelir.” diye tanımlıyor mevzuyu. Bu tanımın yamacında, bugün yaşadığımız dünya gidişatına bakınca, sizin “2023 Z Raporu”nuzdan ne çıkar? Ve Türkiye sanatına / tiyatrosuna dair 2024 yılı (kısa ve uzun vadede) öngörünüz ne olur?
Alper Kurbaloğlu: Sanat binlerce yıldır kültür birikiminin eşliğinde toplumların aynası olmuştur. İçimize damla damla akan birikimlerimizdir; acı veya tatlı… Bir sanatçı bu birikimi sunmasını iyi bilir. Vaktiyle bir savaş arenasında kralın kılıcından çıkabilen sanat, iki aşığın seferberliğine ya da işçi sınıfının ekmeğine kadar dokunabilmiştir. Bugün yaşadığımız dünyada sanatın konusuz kalacağına ve basitleşeceğine inanmıyorum. Sanatın gayesi; asıl ilgisi, mücadeledir. Konu ister bir trajedi ister komedi, mücadelenin etrafında şekillenecektir. Oyunumuzun (Bay Samir) içinden bir pasajla özetlemem gerekirse: Asil bir yaşam da rezil bir yaşam da mücadele ile geçer… Ülkemizde mücadele etmek bir ata sporudur.
Selin Köseoğlu: 2023 yılının tiyatro sanatı açısından potansiyelinden çok daha verimsiz geçen bir yıl olduğunu düşünüyorum. Ülkenin içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik değişim hem sahnelenen oyunların sayısını hem de içeriğini çok dönüştürdü. Bir şekilde inandığı çizgide oyun çalışan ve bunu sahneleyen ekipler de istedikleri sayıda seyirciye ulaşamadıkları için bir sonraki üretimleri için gerekli ekonomik alt yapıyı ve motivasyonu sağlayamadılar. Fakat tabii ki gelecek yıllar için karamsar değilim. Bu sürecin tahminimden uzun sürdüğünü kabul etmekle birlikte, geçici bir süreç olduğuna eminim. Sadece meslektaşlarımın motivasyonlarını kaybetmeden dünya tiyatrosunu ve aynı zamanda teknolojiyi de yakından takip ederek farklı disiplinlerle ve gelişen teknoloji ile birleşmiş yeni üsluplar ile tiyatro sanatını dönüştürüp yeni bir forma ulaştıracak denemeleri yapmaları açısından istekli ve kararlı görmeyi umuyorum.
Gökhan Gürün: 2022 yılının son 6 aylık sürecini durup ne yapmak istediğime odaklanarak geçirdim. Öncesi pandemi vs. çok yoğun çalıştım. Kendimle ilgili bir duruma odaklanmayı, çalışarak hep askıya aldım. 2023 yılı Şubat ayının 5’inde Kerim ile beraber “Bay Samir”in metnini okuyup, 6 Şubat depremine uyandık. Hatay / İskenderun’luyum, Kerim, Selin ve ben sabahına yola çıkıp, orda da oyunun yazarı Alper ile birlikte elimizden geleni yapmaya çalıştık. Bu gidip gelmeleri hâlâ o kadar sık olmasa da yapmaya çalışıyoruz. Oyuna tekrar başlamamız manevi olarak toparlanmamız bu sebeple zaman aldı. Oyunda da geçtiği gibi “Ölümlü dünya”… İşte bu yüzden bugün yaşadığımız dünyaya bakınca, bekleyerek umut etmek yerine, çalışmaya / çabalamaya inanıyorum. Bu yüzden, Ocak 2024 yılına prömiyer yaparak başladık.
Kerim Urun: 2023 “Z Raporu” için sadece acı çekerek değil, gülerek, eğlenerek de bilgelik kazandım diyebilirim bazı konularda. Dünya gidişatı hep kötüydü ve belki de bu yüzden tiyatro vardı ve yapıyoruz. Dünyanın kötü gidişatına bir nebzede olsa dur diyebilmek için. Türkiye sanatı /tiyatrosu için dinleyelim, anlayalım ve sonrasında üretelim, üretelim.
Zeliha Gürsoy: Bazen hiçbir şey hatırlamamanın daha iyi olduğunu düşünürüm. Pandemi sonrası dönüştüğümüz şey, biraz da tercihlerimizin çıktısıydı. Mümkün olan “her şeyi” oluşmak için bir araca dönüştürdüğümüz bu karmaşık çağda biraz daha melodik duraklara ihtiyacımız var/dı. Zamanın kendini katladığı ve koşuşturmanın bir yöntem olarak önümüze serildiği bu çağda yaşıyor olmamız dışında pek bir sorun yok. Sesler her zaman duraklarını bulur, ölüm ve yaşam her zaman oradadır. Fakat yapmaya başladığımız şeyle yaptığımız şeyler arasındaki direnç, belki de sanata sekme vuruyor. Bir şeyi hatırlamak değil de, ilkin unutmaya karşı var olmaya çabalıyoruz gibi hissediyorum. Kishlansky’nin “Dönüşüme Uğramış Monarşi”sinde şöyle bir söz var. “Çözümün olmaması dışında problem kolaydı.” Geçtiğimiz sezon, gördüğümüzü düşündüğümüz her şeyin hikâyesiydi. Sanırım ne düşündüğümüzden ziyade, neden öyle düşündüğümüzü kavrayacağımız aralık yaklaşıyor.
Gelelim, “Asil bir yaşam mücadele ile geçer. Rezil bir yaşam ise daha çok mücadele ile geçer.” diyen Bay Samir”e… Hikâye nasıl doğdu ve hikâyeyi size sahnede canlandırmaya heves ettiren neydi; sonrası sahnede hayat bulmasını istediğiniz sürecinizi anlatır mısınız?
Alper Kurbaloğlu: Bildiğiniz üzere tiyatro metinlerinin çatısı hikâye ile başlar. Diyalog veya monologlara geçmeden önce, oyunu hikâyeleştirmek işin teknik tarafı… Bizim oyunumuz ise gerçekten bir hikâye ile başladı. Çocukluk yıllarımda, yıllarca önünden geçtiğim, okul ve ev arasında bana eşlik eden bir dükkân vardı. Bu dükkân neredeyse çeyrek asır kadar hiç bozulmadan yerinde durdu. O dükkânın geometrisi aklıma kazınmıştı. Vitrin ürünlerini hususi eşyalarım kadar iyi bilirdim. Bir gün dükkânın boşaltıldığını gördüğümde, zihnimden de bazı şeylerin eksildiğini hissettim ama o yaşlarda tarif edemedim. Daha sonraları bunu tarif etmek için hikâyesini yazdım. Pandemi döneminde de hikâyeyi oyunlaştırdık. Ancak halen zihnimizde bazı boşluklar kalmış ki Gökhan Gürün ve Kerim Urun ile oturup konuştuğumuzda “Bay Samir”in anlatacaklarının henüz bitmediğini anladık. Ekip olarak hepimiz, o boşluğun hikâyesini tarif etmeye çalıştık.
Selin Köseoğlu: X ve Y kuşağını özellikle ele alırsak keskin değişimlerin en çok etkilendiği kuşaklar olduğumuzu söyleyebiliriz. Sürekli değişen bir dünya düzeninde eski alışkanlıklar ile huzur bulan çoğu insan, yeni düzene alışmak için ekstra çaba sarf etmek zorunda kalıyor. Normlar, değerler de somut olan düzen gibi değişim içerisinde olduğu için, insanın kaybolmuş hissettiği yerler bu dünya zamanında çok daha fazla. Samir’in hikâyesi de bu anlamda geniş bir yelpaze için empati kurması çok muhtemel bir anlatım. Sabit bir hayatı olan kalabalıklar içinde dinlenilmeyen, her gün aynı şeyleri yapmaya alışmış ve kendini dış dünyadan izole etmiş bir insanı İstanbul’un orta yerine, tüm gün boyunca bırakırsanız ne olur? İstanbul da Samir de aslında daha geniş bir halkayı temsil eden bir düzen metaforu. Bize bizden gelen bir hikâyenin seyircide de aynı hissi bırakacağından emin olduğumuz bir noktada, Samir’in hikâyesini hayata geçirmek istedik. Çünkü biz de en nihayetinde her zaman birer seyirciyiz ekip olarak.
Gökhan Gürün: Aslında hikâyenin ilk kısa bir versiyonu vardı. Bu hikâyeyi uzatmasını Kerim ile beraber talep ettik. Alper’in yazım dilini seviyoruz. “Bay Samir”in değişen ve dönüşen dünyaya direncini izlemek / yansıtmak bizi heyecanlandırdı. Dijital, tüketime dayalı bir dünyada Samir, o dünya içerisinde yanlışlarıyla beraber hakiki. Bu hikâyeyi potansiyellerimiz doğrultusunda seyirciyle buluşturma motivasyonumuz ekiple beraber çok güçlendi. Ne kadar insana ulaşabilir bilmiyorum ama birilerine dokunmak, onları Samir ile tanıştırmak istiyoruz.
Kerim Urun: Heves ettiren, hikâyenin güzelliği oldu. Geçen, bir seyircimizin yaptığı yorum gibi; küçük bir insanın hikâyesinden yola çıkarak büyük dünyanın büyük dertlerini anlatmasıydı asıl heves ettiren. Deprem nedeniyle sürecimiz biraz uzadı ve ertelemek durumunda kaldık ama sonrasında tempolu bir prova süreciyle altından kalktık.
Zeliha Gürsoy: Ben, “Bay Samir”de yürütücü yapımcıyım. İronik olarak yapıma en son dahil olan kişi benim. Gökhan, bana hikâyeyi ve süreci anlattığında bir prova görmek istedim. İlk karşılaşma benim için mühim, her şey sihir. O sihir, o ilk karşılaşmada varsa hikâye oluşabilir, gelişebilir, büyüyebilir, küçülebilir, esneyebilir. Bir sanat yapıtını ortaya çıkarmaktan ziyade, nasıl ve hangi koşullarda yürüteceğimizi tercih etmenin gücüne inanıyorum. Bu ekiple bunu sağlayabileceğim görüsünü ilk provada hissetmiştim.
Metinde, provalar aşamasında ve sahnelerken hangi tür enstrümanları kullandınız? Anlatım güzergâhınızı ne/ler şekillendirdi ve nasıl evrildi / dönüştü?
Selin Köseoğlu: Klişe olacak belki ama en büyük enstrüman tabii ki insan bedeniydi. Reji anlamında Samir’in doğal, samimi dünyasına ihanet etmeyip, hizmet edecek bir sadelikten yana olduk. Bu sebeple öncelik oyuncu performansıydı. Sadece oyuncularla izlek bir sahneleme yarattığımıza emin olduktan sonra, diğer disiplinlerden yardım alarak atmosferi canlandırmayı hedefledik. Ses ve ışık tasarımı bize bu anlamda çok yardımcı oldu. Dekor tasarımımız da oyuncu performansına hizmet edecek şekilde tasarlandı.
Gökhan Gürün: Öncelikle Alper metni bize teslim ettiğinde, size çalışma alanı yaratacaksa yapılacak her müdahaleye açığım, dedi ve bu bizi çok rahatlattı. Bu yüzden ona metni birkaç defa baştan ele aldırdık! Bir de oyunda yönetmenimiz yok, bu oldukça riskli ve zorlu bir süreç. Ekibimizin adından da anlaşılacağı üzere, her fikri masada / sahnede tartışarak, deneyerek son halini şekillendirdik. Salih Usta ve Selin Köseoğlu karar verici oldular ve daha çok rotamızı onlar belirledi. “Bay Samir”in karşısındaki 8 karakterin, 2’sini sadece ses ile oynuyorum. Ve plastik vitrin mankenine can vermek en zorlandığım kısım olabilir. Diğer karakterlerin o distopyada Salih ile belirlediğimiz line’lar üzerinde bir hareket dizgesi oluşturuyor.
Kerim Urun: Anlatım güzergâhımızı daha çok hareket tasarımcımız Salih Usta ve dramaturgumuz Selin Köseoğlu şekillendirdi. Bizler de uyum sağlayarak kendi beden enstrümanlarımızı kullanarak uyum sağlamaya çalıştık.
“Bir yol hikâyesi olmasını istiyorduk ancak…”
“Sabit Efendi” ve koşu bandı detaylarında sahne tasarımında gözettiklerinizin biraz altyazısını geçer misiniz?
Selin Köseoğlu: Koşu bandı, Samir ve hepimiz için doğru bir metafor. Hayat yolculuğumuzda aslında küçücük bir alanın içinde sürekli yürüyoruz. Bir yere varıp varmadığımız meçhul ya da varış dediğimiz şeyin ne olduğu her durumda farklılık gösteriyor ve soyut. Temposunu kendimizin ayarladığını sandığımız ama belli ölçütlerde yine kısıtlı bir yaşam akışımız var. Koşu bandı bu sabitliği ve rutini sembolize ediyor.
Kerim Urun: Her ikisi de Hilal Polat imzasıdır. Koşu bandı kapitalist sistem ve bu sistem içinde aslında bir yere varamamanın altyazısıdır. Sabit Efendi ise oyunda ve hayatta yarım kalınmışlıklara bir göndermedir.
Zeliha Gürsoy: Koşu bandı benim direnç duraklarımdan biriydi. Bir işle kendi içinizde barış sağlamanın yolları onun parçalarını kavramaktır. Koşu bandını ilk bakışta çok sevdim ama bu sevgi beni rahatsız da etti. Sevdiğim yanım, maruz kalan yanımdı, rahatsız olan yanım, yaratıcı süreçte onun efektif kullanımının sürdürülüp sürdürülemeyeceği ile ilgiliydi. Oyuna eklediğimiz araçların hepsinin sömürülmesi gerektiğini düşünmeyen bir reji anlayışım var. Bazen “bazı” detayların havada kalması ve sorgulamaya yol açması mühim. Koşu bandıyla barıştım ve bir kütle olarak günümüz kaosunun imgelerini çok yönlü çağrıştırdığı hissiyatındayım. Sabit Efendi’nin Hilal’in elinden çıkmış olmasının biricik bir bakış olduğunu düşünüyorum. Oyuna ağırlık katan bir seçim…
Hikâyeyi masaya yatırırken, yani “Bay Samir” yolculuğunuzda “bu da varmış” dediğiniz, teyit ettiğiniz veyahut “şaşırdığınız mevzular” nelerdi? Hem özel hayatınız hem de tiyatro mesainiz açısından neler söylebilirsiniz?
Alper Kurbaloğlu: İlk başlarda “Bay Samir”i ve hikâyesini olabildiğince gerçek düzleme yatırmak istedik. Bunun bir yol hikâyesi olmasını istiyorduk. Ancak bir yandan da cansız bir mankeni (Sabit Efendi) dramanın alegorisi olarak görüyorduk. Ona kimlik kazandırmıştık. “Bay Samir”in yolunun üzerinde karşısına çıkan zorlukları da soyut anlatımlarla sunmak istiyorduk. Soyut ve somut yaklaşımlar arasındaki yorumlama çalışmalarımız oyunumuzun bence hem en zor hem de en zevkli tarafı oldu; Selin Köseoğlu ve Salih Usta’nın sayesinde…
Gökhan Gürün: Oyun metni yerli güncel olması sebebiyle bu soruya birçok satırda karşılaşıyorum. Ama benim için en önemlisi “Bay Samir”in hayatında kendine oluşturduğu durak yani plastik vitrin mankeni. O belki onun arkadaşı, belki iç sesi, dayanağı hepimiz gibi. Gün içinde bile durduğumuz anlar var. Hepimizin farklı ve hiç susmayan bir iç sesimiz var. Sanırım hayatı daha yaşanabilir kılan şey bu.
Kerim Urun: Çok şey var aslında ama özetle hepimizin içinde bir “Bay Samir” varmış; onu gördüm kendi hayatımda tanıdığım insanlar içinde.
Zeliha Gürsoy: “Bay Samir”in yolculuğunu çok seviyorum. Bana benimle, özümle ilgili çok şey anımsattı. Onunla birlikte yürüyorum yollarda, her defasında da başka bir durakta duruyorum. Dansla kutsanmış bir ağıt gibi geliyor bazen. Öylesine kendi yolunda biri, birçok şeyin geri döndürülemez bir şekilde değiştiğini konuşacak bir aracı kalmadığında fark ediyor. Konuşacağımız, sarılacağımız, terleyeceğimiz, duracağımız, okuyacağımız, koşacağımız birçok şeyin yitiminin bir iz düşümü. Hem Kerim hem de Gökhan oyunu öyle güzel bir dozdan yorumluyor ki bu bahsettiğim her detay, bir tortu olarak kalıyor içte. Tadı geçmez bir şey.
Tek bir cümle ile ifade ederseniz Kozmopolitan Tiyatro’nun sahnede derdi nedir?
Kerim Urun: Klasik tabirle ve hümanist bir yaklaşımla sınırlar kaldırılsın ve tüm insanlık kardeşlik bağıyla barış içinde yaşasın.
Mesela ilk oyun olarak “Bay Samir”i seçme sebebiniz nedir? Ve ekip olarak bundan sonrası için sahneleme sürecinde önceliklerinizi neye göre belirleyeceksiniz?
Gökhan Gürün: Günümüze ve topluma ait dertleri anlatmak amacımız ama kuralımız değil. Hızla değişen ve dönüşen dünyaya bir serzenişte bulunmak istedik. Şu an için önceliğimiz, “Bay Samir” seyirciyle buluşturmak ve bunu sadece İstanbul ile kısıtlamamak. 2 Ocak’ta ilk temsili yaptık. İleriye yönelik planlar yapmak için erken ama üzerinde çalıştığımız yeni metinlerimiz var. Ama önce o veya bu şekilde bir kural dayatmamız yok. Ekip ortak karar vererek ilerliyoruz.
Kerim Urun: Güzel ve derdi olan bir insan hikâyesi. Şu an için odağımız ve önceliğimiz “Bay Samir”. Sezon bitiminde ise bundan sonrasına bakabileceğiz.
“X ve Y kuşağı insanlarının duygusal kırıntılarını tarif ediyor”
Hegel insanın kendi bilincine varmasındaki yabancılaşmadan, Feuerbach tarihi ve sınıfı olmayan, soyut insan yabancılaşmasından, Marx ise sınıfsal anlamda işçinin yabancılaşmasından hareket eder… Ben de sorumu üstatların renginin peşrevinden sarkıtmak isterim: Yabancılaşma mevzusunu kendine fon eden “Bay Samir”den yola çıkarsak: Bugünün insanı için “Bay Samir” nedir ya da “Bay Samir” figürü nereye denk düşmektedir ve sizin ortaya karışık fotoğrafınızdaki zoom’un meali nedir?
Alper Kurbaloğlu: Bahsettiğimiz filozofların insanları ve toplumları çoktan tarihin sayfalarında kalsa da aktarımları günümüz insanının şekillenmesine yardımcı oldu. Ancak görüyorum ki günümüz insanları dünyaya ve topluma halen yabancı. Bu doğrultuda bence bugün için “Bay Samir”, X ve Y kuşağı insanlarının duygusal kırıntılarını tarif ediyor. Son kırıntıları… En azından birçoğunun… Kapital dünyaya adapte olmaya çalışmakla geçen ama bir türlü yetişemeyen kuşaktan bahsediyorum. Belki bundan yıllar sonra bir gün, insanlara bu kuşakları dünyaya adapte edemedik, diyeceğiz. Eksik kaldık, yetişemedik, güncelleyemedik ve yıpranıp rafa kalktık. Bu da yeni insanlara bir fikir verecektir.
Kerim Urun: Aynaya baktığında, kendini gerçekten gören, yalnızlığını seven, hayata, insanlara karşı yorgun ve kimse tarafından dinlenmeyendir “Bay Samir” günümüz insanı için.
Zeliha Gürsoy: Sözüne ve bakışına inandığımız dostlarla sohbette de, kendi iç yorumlamalarımızda da “Bay Samir”in yolculuğunun son sekansı konuşuluyor en çok. Yola çıkarken olduğu ve dönüştüğü o görüntü. Ben burada, bir yaratıcı olarak Kerim’in keşfetme yolculuğunu izlemeyi seviyorum. Küçük nüanslar sözün portresine etki eder. Yaratımın keşfetmeyle örtüştüğü o andan etkileniyorum. Seyreden ve seyri yaratan olarak bizler eleştirmen değiliz, bunu duyumsamalı ve ritme odaklanmalıyız. Bir seyirden geriye kalan tek şey bağlantılardır. Bu bağlantıların oyunsu bir hakikatle sunulduğunu hissediyorum.
Karakteri yaratırken ve çalışırken fonunuzda neler vardı; kafanızda dolanan, aklınızdan çıkmayan ses, görüntü, müzik, replik veya ögeler, objeler nelerdi?
Kerim Urun: Çok var aslında ama; ses: kaotik bir uğultu, görüntü: sonsuz bir yol, müzik: toz pembe, replik: “dünya değişiyor ulan”.
Oyun sonrası, ev yoluna düşerken us’umda dolanan: “İnsanlar kendilerini satın aldıkları metalarda tanımaktadır. Ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, katlı evlerinde, mutfak donatımında bulmaktadır. Bireyi toplumuna bağlayan düzeneğin kendisi değişmiş ve toplumsal denetim üretmiş olduğu yeni gereksinimlerde demirlemiştir.” diyen Herbert Marcuse’un (İdea Yayınevi, Aziz Yardımlı çevirisi) “Tek Boyutlu İnsan” kitabından bir alıntıydı… Siz, “Bay Samir” kadrajında ne söylemek istersiniz?
Alper Kurbaloğlu: Herkes geçmişe özlem duyar. Geçmişin saf ve daha temiz olduğuna inanır. Bu geçmişi öznelleştirip kendilerine pay çıkarır ve yenilikleri bazı zaman yerer. “Bay Samir” öz eleştiri yapması gerekirse, onun özendiği ve hasretini çektiği değişmez rotası da aslında metalaşmıştır ve kendinden daha eski insanlara göre dejenere olmuş bir gelecektir. Sanırım – spoiler – “Bay Samir”in ölümü arzulaması onu bu göreceli kavramdan çıkaracak tek gerçektir. Ancak bu ölümün bile 92 yaşında bir sabahı gelmesini istemesi de onu hepimiz kadar insan yapar ve umutlarının yeşil kaldığını hissettirir.
Zeliha Gürsoy: Temel takıntılarımız eşliğinde en derin insani duygulara bakıyoruz aslında. Tüm kodsal engelleri aşarak bir başkasının yalnızlığına bakışımızda kendi yalnızlığımız var. Bu var olma şaşkınlığında kendimizi bulmayı reddettiğimiz yerdeyiz. Kaya yeniden tepeye taşınmalı ve bu kez farklı bir ritimle yerin dibini boylamalı, tırmanmadaki ahengi ve ritmi ancak takıntılarımıza iliştirdiğimiz adalet ve etik öncelemelerimizle keşfedebiliriz. Durduğumuz yer mühim, her zaman orada yeniden buluşacağız.
“Bay Samir”de sizi en çok etkileyen bölüm ya da sahne hangisi? Ve bu sizde nasıl bir his hemhali yaratıyor?
Alper Kurbaloğlu: “Nemelazım”cığı anlattığı, yani tarif ettiği bir pasaj var. Biraz eski kafalılık biraz bencillik gibi duygu ve meziyetlerin harmanlandığı ve biraz da sorumluluk alma güdülerinden kaçtığı bir pasaj. Tek düze hayatı sıkıcı bulmadığından bahseder. Bu hususu “şarap içebilmek dostum su gibi yahut su içmek şarap gibi” sözüyle de betimler. Her durumda insanın zevk alma içgüdüsünü tarif etmesi bende hayranlık uyandırıyor!
Kerim Urun: Oyunun tamamı…
Selin Köseoğlu: Oyunun finalinde, Samir tüm gün yaşadıklarının öfkesini ve hayal kırıklığını Matmazel’in oğluna haykırarak ifade ettikten sonra bile elinde dükkâna girdiğinde almayacağını söylediği pijama poşeti ile eve dönmesi. O bölüm kalbimi burkan bir detay. Ne olursa olsun kapitalist düzenin ve bu düzenin içerisinde daha rahat yaşayan baskın insanın, Samir gibi naif bir kişiye ne isterse satabileceğini gösteriyor. Oyunda buna dair bir cümle yok, fakat o küçük poşet detayı sözsüz biçimde bana çok fazla şey anlatıyor.
Gökhan Gürün: Yalnızlığını tekdüze yaşamayı tercih etmiş birinin, yarısı kaybolmuş bir plastik vitrin mankeniyle sohbeti, onun varlığıyla hayata tutunma çabası. Bir de final sahnesini izleme şansım oluyor. Beni en etkileyen iki sahne bunlar sanırım. Hem üzüyor hem de ulaşma çabası umut oluyor. Oynadıklarım arasında da sarhoş sanırım. Tornavida ile geliyor sarhoş ama onu niye aldığını bilmiyoruz yalnızca kimseye zarar vermeyeceğini biliyoruz. Sadece acısını biriyle paylaşmak istiyor. Oyundaki her karakter gibi o da yarım kalmış.
Zeliha Gürsoy: Alper’in yazdığı bu metinde, toplumsal olarak bağ kurabileceğimiz birçok bölüm var aslında. Ama tüm bunların yanında beni en çok etkileyen “Bay Samir”in şu sözü; “Nilgün, o şimdi n’apıyor ve ben ne yaptığını hiçbir zaman bilemeden, kaç yaşında öleceğim.” Bu bireysel sorgulama karakterin ve biz izleyenlerin yalnızlığına naif bir iz düşüm.
“Disiplinlerarası bir çalışma fırsatı doğurdu”
Diyelim ki oyunun karakterleriyle tesadüf bu ya denk düştünüz ve aynı masalarda kelamdasınız. Öncesinden de az-çok hayat hikâyesini biliyorsunuz. Bir sözünüz olsa, bu ne olurdu?
Alper Kurbaloğlu: “Rüzgâra karşı işeyemezsin!”
Selin Köseoğlu: “Merak tehlikeli bir akıntı değildir” derdim!
Kerim Urun: “Hep beraber bir bahar sabahı ölelim mi kuş seslerini dinleyerek.”
Zeliha Gürsoy: “Bu sonsuz ve canlı varoluş şaşkınlığına bir tek atalım mı? Bir bahar sabahı…”
Son zamanlarda size iyi gelen neler var; kitap, müzik, tiyatro, albüm, sergi veya bir an veyahut bir fotoğraf karesi gibi, paylaşırsanız bizler de nasiplenelim isterim?
Selin Köseoğlu: Geç izlediğim için önce üzüldüğüm ama sonra tam zamanıymış dediğim bir filmden bahsedebilirim. Sevgi dolu dili renkleri müzikleri ile içime hüzünle karışık bir umut hissi bıraktı. Aki Kaurismäki’nin yazıp, yönettiği “Cennetteki Gölgeler” isimli filmi.
Kerim Urun: A. Halim Kulaksız’ın fotoğraf sergisi, tiyatro oyunu olarak “Parrhesia 2”, “Edit”, “Altın Elma” müzik olarak “The Flabbies”…
Zeliha Gürsoy: Ben kitabevlerini severim, raflara bakmayı orada durmayı. Şiir severim. Müzik severim. Özellikle müzikteki genişlemeyi önemseyen ve bu alanda keşfetmeyi kendine iş edinmiş biriyim. Yine de döndüğüm belli başlı yazarlar, dinlediğim belli başlı şairler var müzikleriyle. John Berger, Samuel Beckett, James Joyce, Strindberg, Ursula K. Le Guin, Eugene İonesco, Eric Emmanuel Schmitt, Adam Philips, Tezer Özlü bana her zaman uzlaşımsal bir çatışma verir, aile gibi… Leonard Cohen ve Patti Smith’in izini sürmek de her zaman bana ilham vermiştir. Yeni oyunları işim gereğince takip ediyor ve izliyorum. Bunun aynı zamanda bir sorumluluk olduğu da görüşündeyim. İki haftada bir Beyoğlu’nu turlamak ve bu çevredeki sergileri takip etmeyi de oldukça önemsiyorum.
2024 / 2025 yılı projelerinizden veya masanızda olan işlerden bahseder misiniz?
Kerim Urun: Devam eden Youtube dizisi “Nemlizade” var şu an için.
Zeliha Gürsoy: Ben konservatuvar tiyatro oyunculuk bölümü mezunuyum. Uzun süredir sahne sanatlarının çeşitli kollarında aktif çalışıyorum. Bir buçuk senedir sahnede değilim. Varoluş üzerine sayıklayacağım ve kendi iç sesimi yeniden oluşturacağım bir proje üzerine çalışıyorum.
Ve son olarak “bu da var paylaşalım, çoğalsın” dediğiniz neler varsa yazmak, eklemek isterim?
Gökhan Gürün: Sahne arkasındaki ekipten bahsetmek isterim. Hem oyunculuk hem de reji olarak bize karar verici olan ve yönlendiren Selin Köseoğlu ve Salih Usta. Hilal Polat, oyunda en önemli iki dokunuşuyla, koşu bandı ile bize sonsuz bir rota ve Sabit Efendi’yi de yaparak bize üçüncü bir oyuncu kapısı açtı; oyunun gizli başrolünü yarattı. Utku Kara, oyunun zaman / saatler üzerine oturduğu düzlemde, ışıklardan bir saat tasarımı yaptı. Böylece oyunun içinde hem zamanımızı, algılamamızı hem de sorgulamamızı sağladı. Barış Hamarat ve Oğuz Kont oyun içerisindeki canlı ses kullanmaktalar; tasarımları o kadar iyi ki, oyuncu olarak o atmosferi hem gerçekçi hem de distopik olarak bize yaşatıyorlar. Oyunumuzun posteri bir ressamın elin çıktı; Rugül Serbest bizi kırmayıp oyun için tablo yaptı. Disiplinlerarası bir çalışma fırsatı doğurdu. Aynı zamanda oyunda bize şarkılarını emanet eden iki müzisyen var: Mercan Dede ve Oğuz Kont’a bir kez daha teşekkürler. Reji asistanımız Derya Sönmez provalardan beri hep etrafımızda. Muhteşem oyun fotoğraflarımız Aydan Çınar ve Sanem Arslantürk imzalı. Oyun tanıtım videolarımızı Özgürcan Uzunyaşa yaptı. Işık kumandada Serhat Barış, görünen yüzüm sosyal medya yönetiminde Handenaz Dönmez vardı. Prova süreçlerinde bize alan açan Mast Atölye (Müfit Aytekin) var olsunlar. İlk temsile çıktığımız günden beri tüm ekibi yürüten Zeliha Gürsoy, enerjisi ve profesyonelliği ile bizi bir arada tutuyor. Ezcümle; iki kişi çıktığımız oyunda, arkamızda oldukça işini seven, sahip çıkan, çok başarılı bir ekip var.